Zilan’ın tarihi eylemine Mehmet Tunç da tanık olmuştu

Zilan, gözlerinin önünde yaptı eylemini; Mehmet Tunç, Kürt Halk Önderi’ne hitaben tuttuğu günlükte bir bir anlattı tanıklığını... O günden ta

Kürdistan tarihinin iki ayrı kesitinin iki halk kahramanı: Zilan (Zeynep Kınacı) ve Mehmet Tunç... Bir tesadüf, yollarını birbirine bağlamıştı. Zilan’ın destansı eylemini gerçekleştirdiği ‘96 yılının yazında Mehmet Tunç, o askeri birliğin bando şefiydi. Zilan, gözlerinin önünde yaptı eylemini; Mehmet Tunç, Kürt Halk Önderi’ne hitaben tuttuğu günlükte bir bir anlattı tanıklığını... O günden tam 10 yıl sonra, bu kez kendisi Kürdistan tarihine geçecek Cizre Direnişi’nin sembolüne dönüşecekti. 

“Ben her ne kadar bu olayın canlı bir tanığı olsam da, sizin kadar bu kutsal eylemi analiz edemem. Ve o gün gördüklerimi olduğu gibi dile getirmek isterim. Fakat siz yine bir öğrenciniz olan bana izin verirseniz bu kutsal eylemi ve değerli komutanınızın o günkü duruşunu siz ve öğrencilerinizle paylaşmak istiyorum. Ki siz ve öğrencileriniz bu eylemin nasıl gerçekleştiğini ve komutanınızın o günkü duruşunun nasıl olduğunu bilesiniz diye…”

1996 YILININ YAZ MEVSİMİ…

“Zamanla artık uzman ve bando takımının şefi olmuştum. Programa göre önümüzde önemli bir bayram vardı. Gerçeği söylersem, önemli ve dini bir bayram değildi. Ama Türkiye Cumhuriyeti için epey önemli görünüyordu. Onlara göre 1996’nın 30 Haziran'ı Dersim’in Ruslar’dan kurtuluşunun 67. yıldönümüydü. Biz bando takımı olarak özel provalar yapıyorduk. Tüm hazırlıklarımız bayram merasimi üzerineydi. Elbette bir Kürt kadınının da kendi hazırlıklarını yaptığını ve bize ‘hoş geldiniz’ demek için beklediğini bilmiyorduk!"

2016 YILININ KIŞ MEVSİMİ…

Kürdistan’ın dört bir yanını saran direniş dalgası, Rojava Devrimi’nin o kutsi kokusunu sokaklara taşımıştı. Belki yapılan koca bir eser inşa etmek gibi şahşahalı değildi ama samimiyeti borçlu oldukları o dar sokaklarda onlarca elin karıştığı, gri taşlardan örülü o mevziler, dünya üzerlerine gelse dahi durduracak gibiydi. 

Hasımları için pek hoşnut edici değildi gelişmeler. Biz kendi irademizle, kendimizce ve özgür yaşayacağız diye en masum talepler “ülkenin bekası” zehrine bulanmış bir planla karşılık buluyordu. Gelişmeler Türkiye Cumhuriyeti için epey önemli görünüyordu. Emir alınmıştı, yaşanacaklar tarihin en vahşi planlarından biri de olsa hedefine ulaşacaktı: Diz çökeceklerdi! Bunun için taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalmayacaktı. Şehirlere girilecek, sorumlular cezalandırılacak, korku inşa edilip biat sağlanacaktı. Diz çökmek bunun sembolüydü. 

Elbette bir halk kahramanı öncülüğünde birilerinin de kendi hazırlıklarını yaptığını, bu katil ordusuna “Hoşgeldin” demek için beklediğini, tarih sahnesinin kolay kolay terk edilmeyeceğini kimse bilmiyordu.

"O gün iki taraf için de artık önemli bir gündü. Bir deyim vardır, 'Korkunun ecele faydası yok' diye. Bizim de böyle bir şeydi. 30 Haziran 1996… Saat 17:00’de ben bandonun önünde, tabur askerleri bayramın özel giysileriyle arkamda, bando takımıyla Dersim Cumhuriyet Meydanı'na girdik. Planlanan programa göre biz askerler olarak en son Türk ordusunun hünerlerini sergileyecektik. Protokol, Atatürk büstü ve kitlenin önünden geçerek halka ve protokole selam verecektik. Kısacası, şanlı ordunun hünerlerini sergileyecektik."

Cizre “her iki taraf” için de önemli bir yerdi. Kürdistan’da ilk ve büyük serhildanların öncüsü olan Cizre, Botan’ın kalbi olarak o büyük ateşin yakılacağı zirve gibiydi. Burada ilk tutum, ilk söz tarihe düşecek, bir bayrak gibi taşınacak ve yaşananlar bir pusula gibi yol gösterecekti. Bunu herkes biliyordu, herkes!..

Cizrelilerin istedikleri açıktı. Bu çoktan hak edilmiş bir geleceğin gururuna da, öfkesine de ışık tutuyor, aksini iddia etmeye hiçbir sözün gücü yetmiyordu. Sahipleri olduğu bu kadim şehrin üzerindeki kötü niyetli eller çekilsin, hayat Cizre sokaklarında Kürtlüğün binbir rengiyle özgürce yaşansın istiyorlardı. Ne rejim, ne iktidar, ne güç, ne de zenginliğin o cezbedici şatafatı… 

“Artık sıra bize, yani şanlı orduya gelmişti. Oremar, Bezele ve Zap (!) orduları. Ben beş metre bando takımının önünde, askeri tabur beş metre bando takımının önünde, merasim şeklinde, kitle ve protokol önünden geçiyorduk. Bando çubuğu elimde olduğu için diğer askerlerden daha serbest etrafıma bakabiliyordum. Fakat orada en çok dikkatimi çeken, bir gencin her birkaç dakikada bir ayakkabı boyama bahanesiyle bekleyiş süresince biz askerlerin arasına gelerek “Ayakkabınızı bedava boyayım mı?” demesiydi. Askerlerin içinden çıktıktan sonra da direkt kitlenin içine giriyordu. Tabi o zaman o gencin Zilan’ın arkadaşı olduğunu ve şehit Zilan’ın kitlenin içinde avını beklediğini, onun için doğru yer ve zamanı kolladığını bilmiyorduk."

Sokaklar hiç olmadığı gibiydi. Hiç bu kadar heyecanlı, hiç bu kadar kendisi gibi değildi. O içlerine sinmeyen korkunun, tedirginliğin vakitli vakitsiz baskınları, sahte günahlar arayan o sapkın bakışlar terk etmişti. Onların yokluğunda soğuk bir rüzgar değil kendini bulmanın çocukça heyecanı dolanıyordu. 

En çok dikkati çeken de bu şölen havasını süzen kendinden emin ve gururlu bakışların sahibi bu toprağın çocuklarıydı. Öykülere sığmayan yiğitlik, omuzlarına işlenmiş gibiydi. Cizre’nin kuru soğuğuna direnmeye pek de niyeti olmayan o cılız kıyafetler altında şimdilik namlusu yere bakan silahlar taşıyorlardı.

“Bando, 'Biz Şanlı Askerleriz' marşını çalıyor ve biz avcımıza doğru yol alıyoruz. Bir anda, hamile görünen ve kollarını bir şahin gibi açıp arama yapan askerlere doğru gelen bir kadın ortaya çıktı. Benimle o kutsal kadının arasında iki metre kalmışken beni geçip gitti. Doğrusu davul ve trampetlerin sesinden o kutsal kadının ne söylediği tam anlaşılmıyordu. Fakat yanılmıyorsam ilk önce 'Yavrum' (evladım) diye seslendi arama yapacak askere. Dolayısıyla bu yavrum sözü, ona yolun açılmasını sağladı."

Şehrin etrafını kuşatan o metal yığını zırhlı araçlardan küstahlığından hiç de gocunmayan tehditler çirkin melodiler eşliğinde yükseliyor, “Biz Şanlı Askerleriz” marşı çalınıyordu. Kokunun çağırdığı bir sırtlan gibiydiler. 

Bir anda yine gözlerin aradığı o bildik yerde, sokağın tam ortasında belirmiş, kocaman açılmış kollarını sözlerine kata kata beklenen ana organize oluyordu. Şehrin terk edilmemesi gerektiğini defalarca tekrarlıyor, beklenenleri sıralıyor, herkes için fedakarlığa bir davet çıkarıyordu. Yapılması gerekenlerin nedenlerini bir bir ondan öğreniyordu şehir. Sonra her şey için, direnmek için en önemli gereksinimi kendinde çokça varmış gibi cömertçe ekiyordu yüreklerine. Cesaret dağıtmak ne de olsa herkesin işi değildi.

İlerleyen günlerde yıkımın o ağır sesi bastırsa da şehri, bir onun sesi dinmiyor, bir onun “Sonuna kadar direnerek, teslim olmayacağız” sözlerinin kulaklara ulaşmasına mani olamıyordu.

"O kadar profesyonel hareket ediyordu ki insanı hayretler içinde bırakıyordu. Güvenlik onu engelleyemedi, kameraman onu çekiyordu. Adeta düğüne gider gibi hareket ediyordu. Spor ayakkabısını ve kabloları gördükten sonra, kabloların mikrofonun kabloları olduğunu ve devletin gösterisinin bir parçası olduğunu sandım. Biz bando takımı dokuz kişi olduğumuz için hiç bizimle ilgilenmedi, durmadan bir şahin gibi rütbeli ve sayıca çok askerlerin içine daldı."

Direniş amansız bir biçimde sürerken o, şehrin içinde şehri terk etmeyerek bu öykünün bir parçası olmuş sivillerin yaşamlarını koruyor, yok yere bir bedel olmaktan sakınıyordu. Şehrin hiç de uğrak yeri olmayan, hayatın hiçbir vaktinde sözlerin bile kesişmediği bodrumlar, bir korunak oluvermişti. Hiç de o anki kullanımına binaen inşa edilmemişti o bodrumlar. Mütevazi hayatların en sıradan hikayelerinin ancak sığabileceği o dört duvar, şimdi onlarca yüreği sığdırmıştı içine. Onlarca hikayeyi, onlarca beklentiyi, belki tarihi ve tabi ki umudu… Mehmet, her bodruma uğruyor, her ihtiyacı karşılamaya koşuyor, bütün umutsuzlukların da aydınlık bir sığınağı oluyordu. Şehrin duvarlarının her türlü vahşetle yıkılmasına inat kalan bir avuç Cizre aşığı, Mehmet’le ayakta duruyordu. 

“Askerlerin içine daldıktan sonra artık meydan ses ve cesetlerden mahşer gününe döndü. Patlama askerlerin içinde olduğu için bizim bando takımını fazla etkilemedi. Fakat bizim taburdan 22 asker öldü. Ben de dahil onlarca kişi yaralandı. Fakat bugün Kürdistan’da gerçekleşen tüm eylemler gibi, o zaman da devlet 22 askerden sadece 8 ölünün bilgisini verdi…"

Cizre büyük bir inat ve ölümüne direniş meydanına dönmüştü artık. Direnenler kadar, bodrumlarda yaşananların, nasıl bir zulme karşı neden ayakta kalındığının hikayesi, bir mahşer yerine çevirmişti Kürdistan’ı. Cizre nasıl ve neden direnileceğinin bir bayrağı olmuştu. Büyük bir hikaye, Mehmet’in göğsünün tam orta yerinden düşmanının yüreğinin ta ortasında ateşlenmiş büyük bir patlamayla sonuçlanmıştı. Plan ölmüştü, korkunun tohumları toza dönmüş, biat etmek küfre bulanmıştı. Diz çökülmemişti nihayet…

Yine telefonu çalmıştı Mehmet’in. Televizyondan aranıyordu yine. Son kez de olsa gücü yettiğince her zaman yaptığı gibi konuşacaktı. Telefonu çalmaya devam ederken etrafındaki yaralı arkadaşlarını süzdü gözleriyle. Onlar da duyacaktı söyleyeceklerini. Konuşmasına o kadar çok şey söylemek üzere birikmiş sözleri yutkunarak başladı. Anlatılacak bir şehir kadar çok şey olsa da doğru şeyleri şimdi tam da bu vakitte söylemek, tarihin nasıl yazıldığını bildiğindendi. Son kez şehri, direnişi ve aşağıda biriken yaralıların durumunu anlattı Mehmet. Sıra o bilinen sözlerine gelmişti ki bir an duraksadı. Sözlerinin insanların yüreğinde, beyninde patlamasını istediğinden son barutunu boşa harcamak istemiyor gibiydi. Çıktığı yıkıntının arasından gökyüzüne, boşluğa öylece baktı. Sözünü tarihe salacaktı. Ona konuşuyor gibiydi. “Bizimle gurur duyun” dedi Mehmet, sanki aksi mümkünmüş gibi. “Biz diz çökmedik, bizimle gurur duyun” dedi Mehmet. Bir sonu haber verir gibiydi. Düşmanın yüreğine koca bir dert gibi oturdu sözleri. Diz çökmediğini öyle bir söyledi, öyle bir söyledi ki, “Biz kazandık” der gibiydi. 

"Başkanım, doğrusunu söylemek gerekirse, sizin de belirttiğiniz gibi, birkaç cümleyle bu kutsal kadını ve eylemini dile getirmek mümkün değil. Fakat şimdi anlıyorum ki siz o şehidi neden kendinize komutan seçtiniz. O günkü eylem görüntüsünü göz önüne getirip o tanrıçanın duruşunu gördükçe, 'Zilan Tanrıçadır' sözünüzü daha iyi anlıyorum. Bizi affet özgür kadın…"

Şimdi herkes bilir ki Mehmet’i birkaç söz, bir araya gelmiş birkaç öykü anlatamaz artık. 2016 yılının bir kış mevsiminde bir şehirde yaşananları şimdi anlıyor herkes. Bir halkın böyle birini neden kendine öncü seçtiğini... Bedelden ibaret tek durağı olan bu yolculukta neden ardından yüründüğünü... Onun sesinin neden yankılandığını, o sözlerin nasıl bir bayrak olduğunu… Tarihi Cizre Direnişi’ni bir kez daha göz önüne getirip bu insanın o destansı duruşunu bir daha okudukça onun için sarfedilmesi gereken onca güzel sözü, onun için yaşanması gereken onca güzel hayatı, onun için girilmesi gereken onca kutsal kavgayı şimdi daha iyi anlıyoruz. Bizi affet yüce insan! 

* Tırnaklarla ayrılmış bölümler, Cizre’deki özyönetim direnişinin halk kahramanı olarak tarihe geçen Mehmet Tunç’un tuttuğu günlükten alıntılardır. Mehmet Tunç, bu günlüğünü Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik yazmıştır. Günlükte Tunç, 1996 yılının 30 Haziran’ında Dersim’de bir askeri törene yönelik fedai eylem gerçekleştirerek şehit düşen Zilan’a (Zeynep Kınacı) dair tanıklığını anlatmaktadır. Bu eylem sırasında Mehmet Tunç, bir asker olarak geçit töreninde bulunmuş, bando grubuna şeflik yapmıştır. 

Kaynak: Yeni Özgür Politika